CÜNEYT ARKIN İLE YILLAR ÖNCE…
CÜNEYT ARKIN: “Eğitimde, batı standartlarının gerisinde kalırsak, Türkiye’nin geleceği hiç de iyi olmayacak”
Röportaj: M. Erhan DURUKAN
“Sekiz, dokuz yıldır Anadolu’yu dolaşıyorum. Televizyon programıyla başladım dolaşmaya, şimdi de “Alkol ve Uyuşturucuyla Mücadele Konferansları" için gidiyorum. Şu izlenimleri topladım: Bir; Türk halkı, özellikle de gençler bildik siyaset ve siyasetçilere karşı kin ve öfke içinde. İki; gençler mutsuz. Alkol ve uyuşturucu bağımlılığı artıyor. Üç; Anadolu gençliği, kültür emperyalizminden çok rahatsız. Kültür emperyalizmi kafalarını karıştırmış gençlerin. İşte benim ‘Kahpe Bizans’ dediğim bu. Türkiye’nin gençliğini, geleceğini yok etmek isteyen güçler, şimdi de kültür ve diliyle uğraşıyorlar…”
Bu sözlerin sahibi Cüneyt Arkın… Ünlü sinema sanatçısı Cüneyt Arkın Gaziantep Üniversitesi’nde vermiş olduğu konferansta, sigaranın zararını oynadığı filmden bir sahneyle anlatıyordu: "Ata enjekte edilen sigara suyu onu bayılttı. Ben orada gördüm sigaranın ne kadar zararlı olduğunu…"
Konferanstan sonra, Gaziantep Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Hüseyin Filiz tarafından tanıştırıldığım Cüneyt Arkın ile bir gün sonra Tuğcan Hotel’de görüşüyoruz:
“Sayın Arkın, bugün Yeşilay Haftası nedeniyle ‘Alkol, uyuşturucu ve Gençliğin Sorunları’ konusunda bir konferans verdiniz, Gaziantep Üniversitesi’nin 10. Yıl Kutlama Programı çerçevesinde. Sinemada birçok filmlerinizi izledim. Tabii şimdi televizyonda seyredemediklerimi de, seyrettiklerimi de tekrar izliyorum. Hep vatan, millet, mertlik konularında ön plânda yer alan bir aktörsünüz. Sanırım bunun nedeni, TGRT’deki programlarınız ve konferanslarınıza devam etmeniz… Türkiye’nin bugünkü sorunlarının temelinde eğitimin yeterince verilememiş olması yatıyor sanıyorum. Sizi de, gerek filmlerinizdeki senaryoları seçmeniz, gerekse televizyondaki programlarınız nedeniyle kutluyorum.”
“Teşekkür ederim…”
“Türk Sineması’nın bugünkü konumundan bahseder misiniz?”
“Tabii, memnuniyetle… Bir zamanlar Türk Sineması’nda birçok ünlü yapımcılar vardı. Memduh Ün, Türker İnanoğlu, Rıdvan İnal, Lütfü Taner, Ertem Eğilmez, Osman Seden, Muzaffer Aslan, Berker İnanoğlu gibi, bu işe gönül vermiş yapımcılar vardı. Sinema sanatçısına saygı duyarlardı. İyi Filmler yapmak için varlarını yoklarını ortaya koyarlardı. Onların devri; Türk Sineması’nın Altın Devri…
Türk Sineması başlı başına çok büyük bir müesseseydi, özellikle 70’li yıllarda… 70’li yıllar deyince, Türkiye’de 3000 sinema yazlık ve kışlık aklıma gelirdi. Ve bu 3000 sinemanın 2.500’ünde yerli film olur. Mesela Tütker İnanoğlu, sadece bir patron değil, bir abi gibi, zamanında beraber çalıştığı hiç kimseyi terk etmedi. Bir baba gibi onları yaşlılıklarında etrafında topladı. Şimdi bir aile gibi beraberler. Ama, onlardan sonra, öylesine yönetmenler geldi ki, Türk Sineması’na… Meselâ hayatımdan birkaç olay anlatayım; ‘Sen mi söylüyorsun, ciddi misin Cüneytcim! Sen yorulmaz, kartal gibi uçar, şahin gibi konarsın. Aslında tabii bu sahneyi yarın çekecektim. Ama, bugünkü işi, sayende erken bitirdik. Bugün bu sahneyi de bitirirsek, yarın işimiz kolaylaşır. Filmi çabuk bitirirsek, patron da sevinir. Vs. vs…’ Cüneyt Arkın hayatında hemen hiçbir rejisöre karşı gelmediği için sesini çıkarmadı.”
“Türk Sineması’nın Altın Devri, diyor, 70’lyi yıllardan bahsediyordunuz. Bu konuyu biraz açar mısınız?”
“Yani şöyle; onlara baktığınız zaman mümkün olduğu kadar en zor, en pahalı filmler yapmışlar. Aslında bu kadar pahalı olmayan ve daha çok kolay filmlerle de çok büyük paralar kazanabilirlerdi. Onu yapmamışlar. Çok para harcayarak, çok iyi filmler, zor filmler yapmışlar. Bu anlamda gerçekten onların döneminde Türk Sineması Altın Devrini yaşadı. Ve gerçek prodöktürler… Filmi de prodöktürler yapar zaten. Yani Türk Sineması onlara çok şey borçludur…”
“Bugünkü Türk Sineması’nda böyle prodüktörleri bulabiliyor muyuz?”
“Yok, hayır… Zaten onun için söylüyorum…”
“Bu konuda tavsiyeleriniz nelerdir?”
“Benim herkese tavsiyem, cumartesi günü saat 8’e 10 kala Cüneyt Arkın Belgeseli’ni izlesinler. Şimdi ben ne söylesem orada aynı; resimleriyle, her şeyiyle anlatılmış, çok büyük bir emek var… Bu belgeselin birkaç özelliği var. Bir kamera önü var, bir de kamera arkası var. Kamera arkasında genelde çok komik olaylar vardır. Belli bir birikimle bu komik olayların ne kadar acıklı olduğu meydana çıkmış, yani sinemada o gönül vermiş insanların ne büyük kahırlar çektiğini, ne büyük çileler, ne büyük fedekârlıklarla bu işin yapıldığını gösteren sahneler var orada… Bir özelliği daha var belgeselde. Dr. Fahrettin Cüreklibatır, Cüneyt Arkın’la dalgasını geçiyor. Yani o sözler Dr. Fahrettin’e ait… Dalgasını geçiyor Cüneyt Arkın’la. ‘Sen’ diyor, ‘yorulmazsın’ diyor, ‘yanmazsın’, kavrulmazsın, sen Süpermensin…’ Dalgasını geçiyor yani…”
“ Sayın Arkın, gerek eski rejisörlerimize, gerek oyuncularımıza vereceğiniz en önemli mesaj nedir?”
“Şimdi onlara benim bir mesaj iletme yetkimin olabileceğini sanmıyorum…”
“Sayın Arkın, Türk sinemasında sizden sonra birçok sanatçı yer aldı, bir çok rejisörler ortaya çıktı. Tecrübelerinizden faydalanılması babında; bir abi olarak neler tavsiye edersiniz yenilere?...”
“Haa, onlara kısaca söyleyebileceğim bir şey var. Yani son dönemde bazı genç arkadaşlarımızda şunu görüyorum; Yanri 70 yıllık Türk Sinema geleneğini reddederek, yeniden film yapmak gibi bir hevesleri var… Onun ben yanlış olduğunu düşünüyorum. Yani biz kötü şeyler yapmış olabiliriz. Ama her kötü, bir yeni için örnek olabilir. İnsan her şeyin en iyisini izleyerek öğrenmez. Kötü şeyler de özellikle insana çok önemli dersler verebilir. Bu anlamda Türk sinemasının o 70 yıllık geleneğini, Türk sinemasına gönül vermiş Türk insanının ruh halini reddederek, yok varsayarak film yapılamaz. Bir film yapmak için en aşağı 100 Türk filmini izlemek lâzım. Nasıl yapılmış, ne kararlarla çekilmiş, ne açılara, nelere mal olmuş. Bütün bunları iyice ölçüp biçmeden Türk Sineması’na ‘Hayır’ demek ve film yapmaya kalkmak bence yanlıştır. EŞKİYA filmini çeken yönetmenin ne kadar güzel sözleri var yani: ‘Türk sinema geleneği olmasaydı ben bu filmi çekemezdim’ diyor. Ne güzel bir vefa örneği, kutlanacak da bir söz…”
“Gençliğimden beri sizin hoşuma giden bir yönünüz; filmlerinizde hep mertlik, vatan-millet konularına yer vermeniz. Malkaçoğlu gibi konuları seçmiş olmanız… Yani size de sempatim buradan…
Kısaca biyografinizi rica edeceğim”
“1937 Eskişehir doğumluyum. Altuğlu ilçesinin Karaçay Köyü vardır. Yani, orada büyüdüm ben. Biraz koyunumuz vardı. Biz ahır derdik ona o zaman, çiftlik olarak bir şey yok. Onu söylüyorum zaten Sayın Rektörü’me; 7-8 yaşımızda babamız bize İstiklal Savaşı’ndan kalma para minumunu verdi, 100 koyun da verdi önümüze, gittik otlattık, besledik, sağdık, Mıntlımı dereye götürdük sütünü. Yani kendi başının çaresine bakın bir insandık. Bozkırlarda büyüyen her çocuk, meşakatlere alışık bir kutu… Akşamüstü yalnızlık çökerdi. Sabaha karşı koyunlar doyar, keyifle geviş getirmek için dururlardı. İşte o zaman yorgunluktan bitmiş, uykusuzluktan gözlerim ağırlaşmış, tarlaya uzanır, bir kesek toprağı başımın altına koyar uyurdum. Yıllar sonra dünyanın en rahat yataklarında yattım. Ama o katı toprağın üzerindeki çocuk huzurunu asla bulamadım.
Koyunları ablalarım, annem sağarlardı, peynir yaparlardı, kokan kocaman ekmekler pişirirlerdi. Tarlada da çalıştılar. İki ablam da gençliklerini yaşayamadan nasırlı, kınalı elli anneler oldular. Sonra küçük ablam öldü, doktor paramız olmadığından, arkasında 2 çocuk bırakarak öylesine sessizce…”
Eskişehir’de Necatibey İlk Okulu’nda okudum. Ortaokul ve liseyi Atatürk Lisesi’nde bitirdim. İstanbul Üniversitesi’ni 1961’de bitirdim. Askerlik okul görevimi 6 ay İzmir’de, kıta hizmetimi de Hava Kuvvetleri’nde yaptım. Ondan sonra işte bir takım mecburi hizmet, bir kısım doktorluk, öyle sürdü. 1964 yılının sonlarına doğru Eskişehir’de askerlik görevimi yaparken tanıştığım Halit Refik nedeniyle de sinemayla tanıştım. O zaman Artist Mecmuası’nın yarışmasına da katılmıştım. İlk filmim de ‘Gurbet Kuşları’ idi.”
“Tıbbiye’yi bitirdikten sonra bir süre doktorluk yaptınız. Branşınız neydi?”
“Tabii doktorluk yaptım. Pratisyen. Yani İhtisas yapamadım. Yapmaya kalktım, ama o dönem içinde, o kadroyu bulamadım.”
“Aslında iyi bir ortopedist olurdunuz herhalde!...”
Gülerek:
“Aşağı yukarı bir ortopedist kadar da deneyimim vardır yani… Vallahi ben evlenme tarihlerimi hiç aklımda tutamıyorum… Büyük uğraşlardan sonra çocuklarımı üniversiteye sokabildik. Birinci Hanım’dan Filiz adlı bir kızım var, üniversiteyi bitirdi, bir özel şirkette işletmeci olarak çalışıyor ve evli. İkinci evliliğim Betül Hanım’dan 21 ve 22 yaşında iki erkek çocuğum var. Onları da üniversitede okutabildik.”
“Dünyaya tekrar gelseydiniz doktor mu, aktör mü, yoksa böyle TGRT gibi bir yayın organında ‘GÖNÜL ELÇİSİ’ olmak isterdiniz.”
“Şimdi tabii hekimlik yapmadan, okulu bitirir bitirmez veya okul döneminde sinema oyunculuğuna geçmiş olsaydım, doktorluk konusunda fazla bir ıstırabım olmazdı. Çünkü ondan sonra 3 yıla yakın bir doktorluk yapıp da insanları iyileştirmek gibi, yani böyle bir kutsal bir mesleği tattıktan sonra tabii pek çok nedenler vardı, kadro yoktu, şudur budur, büyük sorunlar… Ama sinema oyuncusu olmakta çok önemli; eğer gerçekten bunun sorumluluğunu biliyorsanız. Çünkü belli bir dönem içerisinde bin Türk sinemasını incelediğim zaman, bu belgeselde de gördüm ki, gençler hep bizi taklit etmişler yaşamalarında. Biz bir anlamda örnek olmuşuz. Ben 100 bin lira aldığım zaman filmde, 15 milyon lira alıyordu arabeskçiler. Bu dehşetli bir para farkıdır. Ama çok namuslu çalıştım, dürüst çalıştım. İşte bugün gördünüz salondaki kalabalığı… Eeee, gerek doktor, gerek de sinema oyuncusu olarak ben, TGRT’de İhlas Holding, yani Enver Abi’nin yanında, gölgesinde âdeta çalıştım. Eee, çok güzel bir şey… Bir dönem doktor olarak Türkiye Hastanesi’nde çalıştım. Sonra televizyoncu, sanatçı olarak da TGRT’de çalıştım. İhlas’da çalışmak gerçekten bir insan için çok güzel bir şey. Orada güzelliği, iç huzurunu paylaşmayı öğreniyorsunuz. Orada insanı sevmeyi öğreniyorsunuz, saygıyı öğreniyorsunuz. Bütün bunlar tabii Enver Abi’nin güzelliğinden geliyor. Çünkü Enver Abi orada yoktur ama, O’nun kişiliği, değerleri, insanî değerleri, her şey vardır. O yüzden bir daha dünyaya gelsem, doktor da olsam, sinema oyuncusu da, sanatçı da olsam, İhlas; Enver Abi’nin yanında çalışmayı tercih ederim.”
“Bu arada birçok sinema oyuncuları, perdeden sahneye, sahneden tiyatroya geçtiler ve bir bakıyoruz ki, siyasete soyundular?”
“Sahneye ben de çıktım. Sahneye de çıktım, siyasete de çıktım… Sahnede para kaybettim, kilo kaybettim, ayrıldım. Çünkü insan bildiği işi yapmalı… Benim bir deneyimsizliğim; sahneyi bilmiyordum bir kere… Şarkı söylemeniz gerekiyordu insanlara. İçkiyi içmeyen insanlar var. En büyük hatam içkili bir gazinoda sahneye çıkmamdı benim. Yani içkisiz gazinoda halk programı yapmış olsaydım belki daha başarılı olurdum. Ama bir deneydi. 1991 Seçimleri’ne Eskişehir’den ANAP milletvekili adayı olarak katıldım. O da çok şey öğretti bana… Yani hayatımda bir sahne, bir de siyaset olayı, seçim olayı bana bir üniversite bitirmiş kadar çok şey öğretti. Çünkü orada insanlarla beraber oluyorsunuz. İnsanımızla, Türk halkıyla beraber olmak, insanı zenginleştiriyor. Bizim siyasetçilerimizin en büyük yanlışlığı, halkın arasına girmemeleridir. Ben şimdi bu alkol, uyuşturucu diye 2 yıldır dolaşıyorum. Az evvel Rektörümle onu konuşuyorduk; Bu Türk insanıyla her şey yapılır, her güçlük yenilir, her şeyle baş edilir…”
“Sinema filmleri de romanlar kadar gençleri etkilemektedir. Sinemada filmi izlediğiniz zaman kendinizi filmin aktörü, roman ve hikâyeleri okuduğunuzda da kahramanı sayıyorsunuz. Sizin filmlerini izlediğimizde, iyi karate yapıyor güzel dövüşüyorsunuz, içki ve sigarayı da iyi içiyorsunuz?...”
“Yok. Yok: sadece sorumlu bir örnek olarak… Yani ben özellikle bu uyuşturucu konusunda, alkol, kumar konusunda bir film yaptığım zaman, içki içen bir insanı örnek göstermek zorundayım. Yani ‘İşte bu adam içiyor, bunun sonu ne olacak?’ anlamında onu içki içerken göstermeniz gerekiyor. Ama içkiyi özendirici değil, kötülüğünü belirtici şekilde gösterirseniz, siz görevinizi yapmış olursunuz.”
“Boş vakitlerinizde ne yapıyorsunuz, diyeceğim ama pek olmuyor mu acaba?
“Yok, var, var… Allah’a şükür çocuklarımla, ailemle meşgul olurum. Çünkü çocuklarım, ailem çok önemlidir. Bir kitap yazarsınız, yanlışınız varsa düzeltirsiniz. Heykel yapsanız öyle, film çevirseniz öyle… Ama, bir çocuk yetiştirirken, belli bir dönemde yaptığınız yanlışlıkları düzeltmenin olanağı yok. O nedenle ben çocuklarımla devamlı boş zamanlarımda meşgul olurum. Balığa çıkarız, top oynarız, her türlü arkadaşlığımız olur.”
“İyi ata bindiğinizi, judo ve karate yaptığınızı biliyoruz. Daha bilmediğimiz özellikleriniz var mı?”
“Vallahi ben asistanlık da yaptım, yönetmenlik de yaptım. Bizim Sayın Hocamız Lütfü Akad, bize dedi ki; ‘Bir sinema oyuncusu olmak, bir sinema yönetmeni olmak için insanın, Endonezya bayrağının renginden, patlıcan çekirdeğinin rengine kadar her şeyi bilmeniz gerekiyor…’ Çünkü sinemada her şey var… Heykel var, müzik var, estetik var, ritim var, edebiyat var, ışık var, psikoloji var, sosyoloji var, her şey var. O anlamda bir sinemacının gerçekten başarılı olması için, pek çok şeyi bilmesi gerekiyor.”
“Bir sanatçı, bir doktor, bir televizyon program yapımcısı, bir yönetmen, bir rejisör veya bir normal insan olarak, Türkiye’nin bugünkü durumu? Beklentileriniz, önerileriniz, mesajınız?”
“Vallahi, Türkiye’nin durumu hiç iyi değil… Dehşetli bir yol ayrımına geldi. Biraz evvel o gençler fazla gürültü etti aslında o konuya çok giremedik ama, gerçekten Türk insanı, 60’lardan başlayan 80’de hızlanan bir şey yaşadı; GÖÇ… Bu göçler şehirleşmeleri getirdi. Gaziantep’te de bunu görüyorum. Onun için az önce söylediğim gibi o sosyokültürel değerler, yani bize has olan bütün değerlerimiz yitirildi. Aile değerlerimiz bile hırpalanmaya başladı. Türkiye’de eğitim meselesi çok önemli. Biz gençlerimize iyi bir eğitim vermek zorundayız. Onlara kişilik kazandırmalıyız, sorumluluk vermeliyiz, bir ideal göstermeliyiz… Kendi kişiliklerini geliştirecek fırsatları tanımalıyız. Bütün bunları yapmak zorundayız. Bunları yapamazsak, eğer biz bu eğitimde, batı standartlarının gerisinde kalırsak, Türkiye’nin geleceği hiç de iyi olmayacaktır.
Bir de bu siyasetçilerin temelden; A’dan Z’ye değişmesi gerekiyor. Şimdi düşünebiliyor musunuz ki, bir muhtıra geldi, sivil muhtıra… Şudur, budur… Milli Güvenlik Kurulu toplanda. Şimdi burada asıl anayasal düzen içerisinde Türkiye Cumhuriyeti’nin işler rejiminin var olması için gereken öneriler sunuldu. Aslında bunlar var, yani bür hükümetin bunları yapması gereken şeyleri, bir Kurul, Hükümet’e hatırlatıyor. Eeee, ne hazin bir şeydir ki, Meclis’in yapması gerekeni bir Kurul yapıyor. Bu anlamda demek ki artık Meclis’in de bir kıymet-i harbiyesi kalmamış oluyor. Bunu gösteriyor durum. Bu durum, Hükümetin de bir kıymeti kalmadığını gösteriyor. Çünkü hükümet, Anayasa’da kanunlarda var olan rej<imin işlemesi için gereken hiçbir şeyi yapmıyor. Aslında var o. Anayasa diyor ki; ‘bunları yapacaksın’. Demek ki yapmıyor. Eee, işte az önce söylediğim gibi, ne yapması gerekiyor? Bir kere bu milletvekillerinin Ankara’dan tümü gidecek, ya da affedersiniz Ankara’daki koltuklarından kalkacaklar, Anadolu’yu karış karış gezecekler. Bu insanlarla karşılaşacaklar. Ben Anadolu’nun her neresine gidersem gideyim, insanları bölünmüş görüyorum. Sağcısı, solcusu, laiği, antilaiği, milliyetçisi vesaire onlarda bölünmüş… Ama belli bir yerde toplanmak zorunda kalıyorlar. O da benim nedenimle… Bu Türk insanı gerçekten bu memleket için kaygı duyan bir millet. Bir gün evvel birbirine selam vermeyen iki ideolojinin, iki düşüncenin insanının, bir müddet sonra kafa kafaya verip şakalaştıklarını, aynı fikirde birleştiklerini de görüyorum. Demek ki, bütün bu bölünmeler de suni…
Demokrasi, halkın kendi kendini idare etmesi. Ama bizim seçmediğimiz kimseler Meclis’e gidiyor veya bu partiden, o partiye geçiyor… Eee tabii yani, bu Meclis İç Tüzüğü ile, bu seçim sistemiyle zaten Türkiye’de demokrasi olmaz. Ben girdim, bir 91’deyken girdim ve gördüm orada ben o zamanda tercih vardı. Eee, ben gördüm; Milletvekillerini halk seçmiyor Türkiye’de. Demokrasinin iki tane önemli kuralı vardır. Bir; halkın, halkı için yönetmesidir. Bu da, özgür iradesiyle insanın seçmesidir. Sen seçmiyorsun ki milletvekilini, Parti Genel Başkanı seçiyor. İkincisi; Halkın seçtiği insanların denetleme gücünün olması… Denetleyip de yanlışlığını düzelttirme yaptırı olması lâzım… O sizde yok ki… O zaman demokrasi Türkiye’de var görünüyor… Aslında kuralları ile var ama pratikte işlemiyor, çalıştırılmıyor.”
Diğer Haber Kategorileri